🐈‍⬛ Dinimize Göre Hayatın Amacı Nedir

Kendilerinin veya çevrelerinin farkında değildirler. Koma ile bitkisel hayat arasındaki esas fark, bitkisel hayatta belli dönemler kişinin gözleri açıktır ve uyanık görünür. Vücudun belli kısımları hareket edebilir fakat bu hareket istemsiz (bilinç dışı) gerçekleşir. Diş gıcırdatma, vurma, yüzü buruşturma, esneme İçinde bulunduğumuz kâinat bizim tercihimiz değil. Bütün bunları yapan ve bizi de yaratan Allah bütün bunlara bir anlam yükledi. Hayatımıza anlam vermemiz, hayatımızı bir 'anlam'a vermemiz demektir. Bir taraftan varlığın kökleri ile bütün bağlarını söküp bağımsız kalmış para, güç, iktidar, unvan, şöhret İnsanınyaratılış amacı Allah'ın kendi gücünü görmekten ibaret olup, ancak insanın yaratılış amacından gaflete düşerek, yaşam gayesini ve amacını iki delik için yaşaması ve bunu yaratılış amacının önüne geçirmesi dünya kuruldu kurululalı Mevlâ'nın kurmuş olduğu sistemin her devirde bozulmasına sebebiyet vermiş ve yine Mevlâ'nın göndermiş olduğu dini Ancakbu tür suçların takibi için aile mahremiyetinin ve mesken masuniyetinin ihlâli doğru görülmemiştir. Bu yüzden yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, evinde dinî bir yasağı ihlâl ettiği hâlde kimseye zararı dokunmayan bir kimsenin özel hayatı saygındır ve onun mahremiyeti de dinimize göre koruma altındadır. SORU4: Varoluşsal boşluk nedir, varoluşsal boşluk nasıl doldurulur? CEVAP 4: Kendi varoluşuna ve diğer şeylere anlam veremeyen ve kendine göre amaçlar edinemeyen insanlar boşluk duygusu yaşarlar. Varoluşsal boşluk anlamlı bulduğumuz amaçlara yönelemediğimizde kendisini gösterir. Hayatın Amacı Nedir? Nasıl Bulabilirim? 25 Aralık 2020 Faydalı Bilgiler Bir cevap yazın. Dünyada yaklaşık 7,8 milyar insan var. Her 10 saniyede bir kişiyi ortadan kaldırırsanız dünyadaki herkesi ortadan kaldırmanız 2.500 yıl alır. İsa 2.020 yıl önce yaşadı. Yani İsa’nın geldiğini gördüğünüzü farz edelim; her 10 Şimdide ateizm, deizm ve buna benzer düşüncelerin tariflerini yazalım. Ateizm: Kısaca Tanrıyı ve dini inkar etmek demektir. Tanrı'nın var olmadığını ileri süren kişiye ateist denilir. Deizm: Tanrı var ama tanrı ile benim aramda kimse yok anlayışı (Peygamberi, vahyi, melekleri ve kitabı inkar etmek). Buna inanan kişilere Antik Yunanlar için hayatın amacı mutluluk değil; Eudaimonia'dır. Eudaimonia Nedir? Bu kavram çoğu zaman mutluluk ile karıştırılır fakat dilimize en uygun çevirisi için birçok Ancakyapabileceğimiz en önemli şey, Yaratıcımız hakkında mümkün olduğunca çok bilgi almak ve O’na yaklaşıp O’nunla dost olmaktır. Kutsal Kitap bize şu çağrıyı yapar: “Tanrı’ya yaklaşın.”. Ve ardından O’nun da ‘bize yaklaşacağını’ söyleyerek harika bir vaatte bulunur ( Yakup 4:8 ). Bu çağrıya kulak Fıkıhnedir, fakih kime denir sorularınin cevabını bile bilmeyen angutlar* aptal*aptal* fetva patlatıyorlar. Fetva vermek fakihlerin işidir. Ayak takımınin değil İslam'da sana göre bana göre olmaz. İslâm'ın kaideleri yazılı metinlerdir. Kur'an-ı Kerim'dir, Sünnet ve hadisi şeriflerdir. Bunlar da aleni ve ortadadır. Ölümegelince, Kur’an Hz. İsa’nın öldüğünü açıkça bildirmektedir. (Mâide Suresi, 117) (B. Pakman’ın notu: Yaşar Nuri Öztürk mealine göre “Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’. İçlerinde olduğum sürece üzerlerine Seefull list on gelgez.net 6HYRu. İslam her alanda olduğu gibi giyim kuşamda da itidal esasını getirmiş, Kur’an’da sıklıkla ölçülü hareket etmek, aşırılığa, lüks ve gösterişe kaçmamak tavsiye edilmiş, Hz. Peygamber de hayatı boyunca daima şık, temiz, sade ve güzel giyinmiş ve bunda da her zaman için itidali korumuştur. Peki, ipekli elbise giyme ve ipekli kumaş kullanma ile ilgili hadisler nelerdir? Erkeklerin ipekli elbise giymesi caiz midir? Dinimize göre ipek kullanmanın hükmü nedir? Sizler için Diyanet’in İlmihal-2 “İslam ve toplum'' kitabında yer alan bilgilere göre, ipekli kumaş hakkında merak edilenleri derledik. İPEK GİYMEK ERKEKLER İÇİN YASAK MIDIR? İslâm her alanda olduğu gibi giyim kuşamda da itidal esasını getirmiş, Kur'an'da sıklıkla ölçülü hareket etmek, aşırılığa, lüks ve gösterişe kaçmamak tavsiye edilmiş, Hz. Peygamber de hayatı boyunca daima şık, temiz, sade ve güzel giyinmiş ve bunda da her zaman için itidali korumuştur. İslâm'ın giyim ve kuşama kural olarak müdahale etmediğini, bu konuda kişilerin zevk ve tercihlerine önem verdiğini, sadece zorunlu ve gerekli gördüğü müdahaleleri yapmakla yetindiği bilinmektedir. Bunun için de, dinin giyinme ile ilgili kısıtlamaları sınırlı sayıda kalmıştır. İşte bu kısıtlamalardan biri de ipeğin kullanımında erkekler için bazı yasakların getirilmiş olmasıdır. PEYGAMBER EFENDİMİZ İPEĞİN KULLANIMI HAKKINDA NE DEMİŞTİR? Peygamberimiz altın ve gümüşün kullanımında olduğu gibi ipeğin giyim ve kullanımında da, kadınlar için daha toleranslı davranırken erkekler için bazı sınırlamalar getirmiştir. İnsanın altın, gümüş, inci, ipek gibi kıymetli maden ve eşyaya düşkünlüğü sebebiyledir ki Kur'an'da cennet hayatının tasvirinde bu öğeler sıklıkla kullanılır bk. el-Kehf 18/31; el-Hac 22/23; el-Fâtır 35/33; ed-Duhân 44/53; el-İnsân 76/12, 31. Dünyada ipeğin kullanımına gelince, Kur'an'ın lüks ve israfı, gösteriş ve böbürlenmeyi yasaklayan genel hükümleri dışında doğrudan ipeğin giyilmesini ve kullanımını konu alan özel bir ifadesi yoktur. Hadislerde ise ipekle ilgili erkeklere mahsus bazı kayıt ve yasaklamalar getirilmiştir. Ancak bu konudaki sınırlamaları, ipeğe ait özel bir hüküm olarak almak yerine dinin, giyim kuşamla, altın ve gümüşün kullanımıyla, yeme içme ve tüketimle alâkalı diğer ilke ve hükümleriyle birlikte ele almak ve bunları İslâm'ın genel amaç ve prensiplerinin bir parçası veya örneklendirmesi olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir. İPEKLİ ELBİSE GİYME VE İPEKLİ KUMAŞ KULLANMA İLE İLGİLİ HADİSLER NELERDİR? İpekli elbise giyme ve ipekli kumaş kullanma ile ilgili hadislerin başlıcaları şöyle sıralanabilir 1. "İpeği dünyada giyen âhirette giyemeyecektir" Buhârî, "Libâs", 25; Müslim, "Libâs", 2; Tirmizî, "Edeb", 1. 2. Sahâbeden Huzeyfe, Medâin'de bulunduğu bir sırada içmek için su istemiş, o bölgenin ileri geleni ona gümüş bir kapla su getirince de, kabı elinden fırlatmış ve Hz. Peygamber, "Altın, gümüş, ipek ve dîbâc dünyada onlar için, âhirette sizin içindir" buyurdu demiştir Buhârî, "Libâs", 25. 3. "İpek ve altın ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır" Buhârî, "Libâs", 30. 4. Sahâbeden Berâ b. Âzib şöyle demiştir "Hz. Peygamber bize yedi şeyi emretti, yedi şeyi de yasakladı. Hastaları ziyaret etmeyi, cenazenin arkasından gitmeyi, hapşırana iyi dilekte bulunmayı, yemini yerine getirmeyi, mazluma yardım etmeyi, davete icâbet etmeyi ve selâmı yaymayı emretti. Altın yüzük kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtü meyâsir kullanmayı, ipek ile nakışlanmış kumaş kassî kullanmayı, ipek harîr, kalın ipekli kumaş istebrak ve erişi ve argacı çözgüsü ve atkısı ipek olan kumaş dîbâc giyinmeyi yasakladı" Buhârî, "Libâs", 45; Müslim, "Libâs", 1. 5. Hz. Ömer, satılmakta olan bir ipek elbise görmüş ve Hz. Peygamber'e "Yâ Resûlellah! Şu elbiseyi satın alsan da, hem sana gelen heyetleri kabul sırasında, hem de cuma günleri giysen!" demişti. Resûl-i Ekrem, "Bunu ancak nasipsizler giyer" buyurmuştur. Hz. Peygamber, bu olaydan bir müddet sonra Ömer'e ipek bir elbise göndermiş, Ömer, "İpek elbise konusunda o söylediklerinden sonra bana ipek elbise mi gönderiyorsun" diyerek şaşkınlığını ifade edince Resûlullah, "Ben bunu sana satasın ya da birine veresin diye gönderdim" buyurmuştur Buhârî, "Libâs", 25, 30. 6. Ali b. Ebû Tâlib şöyle bir rivayette bulunmuştur "Hz. Peygamber, bana ipek bir elbise göndermişti. Ben bunu giyerek dışarı çıktım. Hz. Peygamber'in yüzünde kızgınlık ifadesini görünce elbiseyi hanımlar arasında paylaştırdım" Buhârî, "Libâs", 30. 7. Berâ b. Âzib şöyle bir olay nakletmiştir "Hz. Peygamber'e ipek bir elbise hediye edilmişti. Biz bu elbiseye dokunuyor ve güzelliğine duyduğumuz hayranlığı dile getiriyorduk. Hz. Peygamber 'Siz buna çok mu güzel diyorsunuz! Sa'd b. Muâz'ın cennetteki mendilleri bundan daha hayırlıdır' buyurdu" Buhârî, "Libâs", 26. 8. Ebû Osman en-Nehdî şöyle bir olay nakletmiştir "Biz Utbe b. Ferkad ile Azerbaycan'da bulunduğumuz sırada bize Ömer'den bir mektup geldi. O mektupta, -işaret ve orta parmağını göstererek- şu kadarlık miktar hariç, Hz. Peygamber'in ipeği yasakladığı yazılıydı. Anladığımız kadarıyla şu kadarcık miktar sözüyle elbise üzerinde bulunan alâmeti alem kastediyordu" Buhârî, "Libâs", 25. 9. "Hz. Peygamber'e ipek bir ferace hediye edilmişti. Hz. Peygamber bunu giydi ve namaz kıldı. Sonra ondan pek hoşlanmamış bir biçimde üzerinden çıkararak 'Bu müttakilere yakışmaz' buyurdu" Buhârî, "Libâs", 12. 10. Bir rivayette de Hz. Peygamber'in, Züheyr ve Abdurrahman'a yakalandıkları cilt hastalığı sebebiyle ipek elbise giyme hususunda ruhsat verdiği haber verilir Buhârî, "Libâs", 29. İslâm bilginleri, ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu hadislere dayandırmışlardır. Bilginlerin çoğunluğu, söz konusu hadislerden hareketle ipek giymenin erkeklere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü'lArabî, ipek giymenin hükmü ile ilgili olarak, çeşitli durumlara göre, on kadar görüş bulunduğunu ifade etmiştir. Hanefî mezhebinin üç büyük imamı Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed erkeklerin, savaş durumu dışında ipek giymesinin câiz olmadığı görüşündedir. Ebû Hanîfe'ye göre bu hüküm savaş durumu için de geçerlidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, savaş durumunda ipek giyilebilir. Şu var ki bu iki imam, ipeğin savaş durumunda giyilebilmesi için, bedeni silâha karşı koruyacak sağlamlıkta olmasını şart koşmuşlardır. Yine üç Hanefî imama göre, ipeğin atkısı veya örgüsü ipek değilse, savaş durumu dışında giyilmesinde bir beis yoktur. İmam Mâlik'ten meşhur görüş, ipeğin erkeklere savaşta da câiz olmadığı yönündedir. Şâfiî âlimlerinden Nevevî bu konuda şu açıklamayı yapar "İpek, istebrak, dîbâc ve kassî giymek erkeklere haramdır. Kişinin bunu böbürlenmek amacıyla giymesiyle başka amaçla giymesi arasında fark yoktur. Fakat bir deri hastalığı sebebiyle giymişse bu takdirde haram değildir. Kadınların ipek giymesi ise mubahtır". İMAM-I NEVEVİ İPEK HAKKINDA NE DEMİŞTİR? Nevevî bu görüşü bilginlerin çoğunluğuna nisbet ettikten sonra, ipeğin erkeklere de mubah olduğunu ileri sürenlerin bulunduğunu, bu arada İbnü'z-Zübeyr'in ipeğin gerek erkeklere gerekse kadınlara mubah olduğu kanaatini taşıdığını belirtmiştir. Öte yandan, çocuklara bayram günlerinde ipekli elbise giydirilmesinde bir beis olmadığını ifade eden Nevevî, bu yasağın sırf ipekli kumaşlar için geçerli olduğunu, ipeği daha fazla olmamak kaydıyla ipek karışımı kumaşların giyilebileceğini kaydeder Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 32-33, 38. Hanbelî âlimlerden İbn Kudâme, Ahmed b. Hanbel'den gelen bir rivayete göre, ipek giymenin iyi geldiği bir hastalığın bulunması halinde ipek elbise giymenin câiz olduğunu, Mâlik'in bu durumda bile ipek giymeye ruhsat vermediğini belirtmiştir. İbn Kudâme ipeğin savaşta giyilmesi ile ilgili olarak da şunları söyler "Bu konuda Ahmed'den iki rivayet vardır. Birinci ve kuvvetli olan rivayete göre, savaşta ipek giymek mubahtır. Çünkü ipeğin yasaklanış sebebi, gösteriş yapma, böbürlenme ve fakirlerin kalplerinin kırılmasıdır. Savaş durumunda gösteriş yapma, böbürlenme kınanmış değildir". İbn Kudâme, başka bir şey ile karışık dokunmuş ipek konusunda ise şunu kaydeder "Haram olan, saf ipektir. Başka bir şeyle karışık dokunmuş kumaşta, ipeğin oranı daha fazla olmadığı sürece bu kumaştan yapılan elbisenin giyilmesinde bir sakınca yoktur" İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 588-590. ERKEKLERİN İPEKLİ ELBİSE GİYMESİ CAİZ MİDİR? Netice itibariyle, İslâm bilginleri ilke olarak erkeklerin ipekli elbise giymesinin câiz olmadığında hemen hemen görüş birliğinde olup, bu ilkenin nasıl uygulanacağında ve hangi durumlarda erkeklere ruhsat tanınacağında farklı görüş ve ölçülere sahiptir. Meselâ, fakihlerin çoğunluğu savaş dışında, bir hastalığın tedavisi, soğuktan korunma, koruyucu hekimlik açısından gerekli görülme gibi bir ihtiyaç ve mazeretin bulunması halinde erkeklerin ipek giyebileceği, fakat ipek kumaştan yapılmış yorgan, döşek, minder, halı, kilim gibi eşyanın kullanımının da erkekler açısından giyinme hükmünde olduğundan câiz olmadığı görüşündedir. Ebû Hanîfe ile bazı Mâlikî fakihleri ise hadislerdeki yasağın ipekli kumaşın sadece giyilmesine mahsus bir hüküm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımının câiz olduğu görüşündedir. Azınlıkta olsa da bazı âlimler ipekli kumaş giymenin hem kadınlara hem erkeklere haram veya ikisine de helâl olduğunu söylemektedirler. İpekli Elbise İçinde Kılınan Namazın Hükmü. Hanefîler'e göre, ipekli elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekmez. Ancak ipekli elbise ile namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu şahıs, giyilmesi yasak olan bir şeyi giydiği için de günah işlemiş olur. Şâfiî, Ebû Sevr ve bir rivayette Mâlik, "Bu kişi o anda ipekten başka bir elbise bulma imkânına sahip ise, namazı hemen iade etmelidir" demişlerdir. Hz. Peygamber'in, Ömer'e ipek bir elbise gönderip, Ömer'in şaşkınlık ifade eden sözleri üzerine, "Ben onu sana giyesin diye değil, satıp yararlanasın diye gönderdim" buyurmuş olmasından hareketle bilginlerin çoğunluğu, ipekli eşyanın alınıp satılmasının ve hediye edilmesinin câiz olduğu sonucuna varmışlardır. İPEKLİ KUMAŞLAR NEDEN YASAKLANMIŞTIR? Aynı şekilde Hz. Peygamber, Hz. Âişe'nin satın aldığı üzerinde resimler bulunan perdeyi kaldırtmış fakat yaptığı satım sözleşmesine ilişmemiştir. Bu iki uygulamadan hareketle kullanılması mekruh olan şeylerin ticaretinin mubah olduğu sonucu çıkarılmıştır. Hadislerin genel içeriği göz önüne alınınca ipeğin lüks harcama kabul edildiği, böbürlenme ve övünmeye vesile olduğu ve bu sebeple de fakirlerin kalbinin kırılmasına yol açtığı için yasaklandığı anlaşılabilir. İpekle ilgili olarak Hz. Peygamber tarafından yerleştirilmeye çalışılan anlayışın, toplumun zengin ve fakir üyeleri arasında çatışmanın engellenmesine yönelik ve belirtilen yasağın bu açıdan önemli bir tedbir olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. İpeğin o dönemin en şatafatlı ve lüks giysilerinden olduğu düşünülürse bu durum daha iyi anlaşılır. BİR MÜSLÜMAN NASIL GİYİNMELİDİR? Konuya ilişkin hadislerin bütününden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber ipekli giymeyi yasaklamakla hem müslümanları dünya nimetlerine gereğinden fazla dalıp âhireti unutmaktan korumak, hem de toplumda diğer insanların, özellikle üzerini örtecek bir parça elbiseyi bulmakta zorlanan fakir kimselerin rencide olmasını, toplumda lüks ve israfın yaygınlaşmasını önlemek istemiştir. Bu itibarla yasağı ipeğe ait özelliklere bağlamak ve sadece onunla ilgili olarak gelmiş sert bir yasak şeklinde anlamak yerine, müslümanları sade giyinmeye özendiren, lüks ve israftan, gösterişten, başkalarını rahatsız edici boyuttaki tüketimden kaçınmaya yönlendiren bir tavsiye ve tedbir olarak yorumlamak daha isabetli gözükmektedir. Buna göre, günümüzdeki aşırı tüketim araç ve usulleri de dolaylı olarak, bu nevi dinî emir ve tavsiyelerin kapsamına girmiş olmaktadır. VEHHABİLİK İLE IŞİD'İN ALAKASI NEDİR? Düşüncelerinin temeli, üç meseledir 1. Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim etmeli, diyorlar! 2. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar! 3. Yine bunlara göre; mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir diyorlar! Böyle bozuk fikirlere ilk önce babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan öl. 1772 tarafından Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir. VEHHABİLİK VE VEHHABİLİĞE BAKIŞ AÇISI Hz. Peygamber ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır. Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali’nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir. Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir. Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır. Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur. İki asır kadar önce Arap Yarımadası’nda Necd dolayların­da Muhammed b. Abdilvehhâb 1115-1206 tarafından kurulan Vehhâbîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde taraftarları vardır. Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehhâbî” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından ve­rilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhâbîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında benzerlik bulmak, tabiî karşılanmaktadır. Bununla birlikte Vehhâbîler, kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mez­hebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, îtikâdda Selef, amelde de Hanbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, îtikâd hususunda Selef mezhebinin nascı eseriyye kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhâb, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve îtikâdda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıkla­rını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu ba­kımdan Vehhâbîliği müstakil olarak ele alınmak durumunda­dır. Neşet Çağatay, Vehhâbilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhâbiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. Çağatay, Vehhâbilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, XIII, 264. Tarihçe Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhâb, 1115/1703 tari­hinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye’nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra’ya gitmiştir. Orada tevhîd konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur’ân ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad’ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bî'1-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Munker” iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama prensibini ilân ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne’ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihlâsla Allah’ın dinine yardım ettiği takdirde Allah’ın onu Necd bölgesinin hâkimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emîr Osman’a Der’iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebîle'de bulunan Zeyd b. el-Hattâb 12/634’ın mezarını, Allah ve Resûlü’nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne’nin önem­li bir ismi haline gelir. Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd’in kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman b. Urey’ir’e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad’a çok yakın bir yer olan Der’iyye’ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur 1157/1744. Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddî güç ve destek, Muhammed b. Suûd da bu fikirlerin doğuracağı imkânla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve hâkimiyetini arttırarak Arap Yarımadası’na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur. İbn Abdilvehhab, Der’iyye'de “Kitâbu't-Tevhîd” adlı kitabındaki gö­rüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid’atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalale­te düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti. Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam’ın tesiri altında çeşit­li akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber sonra Müseylemetü'l-Kezzâb, Secâh, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif is­yancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankâr ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhâb’ın ganimet vaadeden fikirleri câzib gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cihâd adına kudsiyet kazanıyor ve meşrûlaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehhâb’ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu. Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor Vehhâbi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali Vehhâbilerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali “Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı” ünvânını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte Hâricîler ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbiler, ileride söz edileceği gibi velâyeti inkar etmişlerdi. Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e gücenmişlerdi. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran’daki eski devlet Hazret-i Ömer'in darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiîler Âl-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ebû Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır. İbn Abdilvehhâb 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suûd tarafından zaten başlatılmış bulunan siyâsî cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suûd zamanında başlayan toprak ka­zanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra 1179/1766, oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mec­buriyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinden istifade ile cür’etlerini alabildiğine artıran Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâki­miyet kurdukları gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhâbîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suûd, 10 Muhar­rem 1802'de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır. Taif Vehhâbîlerce işgal edilir 18 Şubat 1803. Cevdet Paşa, Vehhâbîlerin Taif’e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir “Vehhâbîler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” Târih-i Cevdet, VII, 206 VII, 262-263. Tâif, Mekke ve Medine’yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suûd, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemâl derecesine erişti, İslâm’ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden râzı ve hoşnud kıldınız. Artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir...” Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175, gibi gerçekten çılgınca ve fevkalâde cür’etkâr şekilde hitap ermekten çe­kinmez. İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur 1- Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. 2- Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek. 4- Muhammed b. Abdilvehhâb’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. 7- Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak. Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, XIII, 266; Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141. Artık Vehhâbî devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu. Vehhâbîliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud 1808-1839, işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve Tâif’i Vehhâbîler’den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814'de ani ölü­mü üzerine Vehhâbîler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderir ve asılırlar. Böyle­ce Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanır. Ancak Suûd hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suûd ha­nedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya eder. Ay­rıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suûd, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak ta­nınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suûd'un söz konusu yerlerdeki mutlak hü­kümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veli­ahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121. İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi’nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhâbîler, 1921-1925 yılları arasında Hâil, Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suûd, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngil­tere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklâlini ilân eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suûdiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suûd, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siyâsî ve askerî teşkilâtının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehhâbi zihniyetini canlandırmayı başarır. Görüşleri 1. Tevhîd Vehhâbîlik inancını tesis eden Muhammed b. Abdilvehhâb’ın gö­rüşlerinin temelini tevhîd anlayışı teşkil eder. Şirk, bid’at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır. Ehl-i Sünnet kelâmcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhîd”, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri yönünden birlenmesi; O’nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur “Allah, Kendisine ortak koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ Nisa 4/48. “Muhammed’e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dîne çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah’tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur...” Yunus 10/105-107. Ayrıca Resûlullah bir hadîslerinde, “Lâilâheillallah diyen ve Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri inkâr eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah’a aittir” buyurur”. Bu âyet ve hadîsler, tevhidin, Allah’ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhâb, “Lâilâheillallâh"ı yalnızca telâffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lâfzı ile birlikte anlamını bilme­nin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah’a ibâdet etmenin, Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadîsin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler1. Ona göre tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.2" O, bu hususta Câhiliyye devri Arapları’nın davranışlarını misâl gös­terir ve “Resûlullah kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah’ın birliğine inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah’a dua ettiklerini ve bazılarının Allah’a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lât gibi iyi insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler3. İbn Abdilvehhâb için, Câhiliyye devri Arapları’nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki “İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; me­leklere, evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız Allah’a ihlâsla yönelirler; içreklerini O’ndan isterlerdi. Allah buyu­rur "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah’tan başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” İsrâ, 67. "De ki Üzerinize Allah’ın azabı gelse veya kıyamet saati size gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana bildirin. Hayır, sadece Allah’a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir; siz de O’na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” En’am, 40-41. Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm'de açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resûlullah’ın harp ilân ettiği müşriklerin boş zamanlarında Allah’tan baş­kasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah’a yöneldiklerini ve O’na şirk koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah’la beraber Allah’a itaat eden, O’nun emrine bo­yun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah’a karşı gelmez. Zamanımız İnsanları ise, Allah’la beraber fâsıkların en şiddetlilerine iltica ederler, onları yücel­tirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık edenler, namazı kıl­mayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve ağaç gibi Allah’a karşı gelmeyene iltica etmek, fâsıklığı, bozgunculuğu apaçık görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.4” İbn Abdilvehhâb’a göre tevhîd üçe ayrılır “İlki Tanrı’nın isim ve sı­fatlarında birliktir; diğeri Rabblıkta tevhîd Tevhîdu'r-Rubûbiyet'dir ki, Allah’ın her şeyin Rabbi ve mâliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer üçüncüsü ise, “Tevhîdu'l-Ulûhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhâb’ın anlattığına göre bu çeşit tevhîdden maksat, kulların fiilleri ile Allah’ın birlenmesidir. Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taal­lûk eder. Tevhîdu'l-Ulûhiyet, ortağı olmayan Allah’tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir. Allah’tan başkasından yar­dım isteyen, Allah’tan başkası için kurban kesen ve nezreden kimse kâfir­dir.” Buna göre Allah’ın emirleri ve Peygamberi’nin Sünnet’i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi bid’at ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemeye Tevhid-i Amelî denir. İman ile küfrü ayırt eden amelî tevhîddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen, yani Allah’a ortak koşan, tazim ve ibâdeti yalnızca Allah’a tahsis etmeyen, yardım ve mededi Allah’tan istemeyen, O’nun haram kıldığından sakınmayan kimse kâfir ve bu gibilerin malları ve canları helâldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile bunları katil ve mallarını yağ­ma etmeleri helâldir.” Böylece İbn Abdilvehhâb, bu mes'eledeki sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklîd etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhâbîler gibi, amel’i îmâna dâhil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yeri­ne getirmemeyi küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 17 Muharrem 1217 tarihli Hatt-ı Hümâyunda özetlendiğine göre Vehhâbîler amelin îmânın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanla­rı helâldir20. Nitekim Vehhâbîler, amelin îmânın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve canlarının kendileri için helâl olduğunu kabul etmişlerdir21. Ehl-i Sünnet, “tevhîd"i, İbn Abdilvehhâb’ın anladığı şekilde fevka­lâde dar kalıplar içinde ele almamış ve onun gibi keyfî yorumlara gitme­miştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz...” dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'e göre îmân, hem söz hem de ameldir, îmân iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle îmândan çıkar; ama tövbe edince yine îmâna döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslâm'dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22. İbn Hanbel'e göre, îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir. İslâm ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak, Kur’ân ve Sünnet'te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslâm'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve in­kârdır5. Oysa İbn Abdilvehhâb ve dolayısıyla Vehhâbiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış olmaktadırlar. 2. Şefaat Şefaat, birinin bağışlanmasına delâlet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhâb, şefaat konusundaki görüşlerinde İbn Teymiye’yi takib eder ve delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini gösterir "Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’ân’la uyar. O’ndan başka bir dost ve aracı şefî' yoktur..” En’am, 51. "O’nun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir?” Bakara, 255. "Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez...” Sebe', 23. "De ki Bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır...” Zümer, 44. "Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” Necm, 26. Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi de, şefaatin Allah’a ait ve Allah’ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle olması da tabiîdir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Mâlikidir, Dileyenidir. Ancak yine Ehl-i Sünnet, Hz. Pey­gamber ve sâlih kulların şefaat haklarının bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhâb da, Hz. Peygamberin şefaatinin bulunduğunu kabul eder ve O’nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra, “Fakat şefaa­tin hepsi aslında Allah’ındır” der ve şöyle devam eder “Şu halde, şefaati Allah’tan iste ve şöyle de allahım beni onun şefaatinden mahrum et­me... Allahım, onu bana şefaatçi kıl...’ Eğer, Hz. Peygamber’e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver “Allah ona şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki Allah’la beraber kimseyi çağırmayım...” Cin, 18. Şayet Peygamberi’ni sana şefaatçi kılmasını istiyorsan, O’na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka, meselâ meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah’ın Kitâbı’nda zikrettiği iyi insanlara ibâdet mefhûmuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah, şefaat iznini asıl metinde izin ke­limesi yoktur ona vermiştir; ben de Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş olursun.6" Ona göre, “Cenab-ı Allah da müşriklerin Allah’ın varlığına inandık­larını; fakat meleklere, peygamberlere, velîlelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kâfirler doğrudan doğruya onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara yöneliyor ve şefaat­lerini Allah’tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp kâfirlerin sözüdür.7” Bu noktadan itibaren, İbn Abdilvehhâb’a göre şefâatla bir arada mütâlâa edilen tevessül konusu ortaya çıkar. Tevessül Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslâm ve sün­nete mensub olanlar bilsin ki, birçok sebeplerden dolayı İslâm'dan çık­maktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali b. Ebî Tâlib, Mesîh hususundaki aşırılıklardır... Meselâ, ey filân efendim bana yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların hepsi de şirktir ve sahibi­nin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe ederse ne âlâ; aksı hal­de öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onla­ra yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmâen küfre girmiştir.8” Vehhâbîlerin, bu görüşleriyle sâlih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre, “tasavvuf İslâmi olmayan bir bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile itti­haz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükâşefe dedikleri şey ta­mamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.9“ Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi oldukları­na inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar var­dır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvar­maktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi merte­belere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz oldu­ğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedî helak oluş ve azab vardır... Bunlar Kitâb, imamların akideleri ve ümmetin icmâina muhaliftir. Kur’ân-ı Kerîm'de, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber’den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” Nîsâ, 115 buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve Ölümlerinden sonra ta­sarruflarının bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah her şeye. kadirdir.” Âl-i İmrân, 189 âye­tini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf, takdir hususunda, tekdir... O halde Allah’tan başkasına yalvarmak küfürdür, şirktir ve sapıklıktır10. Vehhâbilerin büyük imamlarından meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabî gibi büyük evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini Şiilere karşı Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar. Muhammed b. Abdilvehhâb’in şefaat ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet’in anlayışından farklı bir anlayışa sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah’a ait ve ancak O’nun izni ile olaca­ğına Hz. Peygamber’in büyük ve küçük günah işlemiş mü'minlere şefaa­tinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitâb, Sünnet ve icmâ ile sabittir, der. Ayrıca Vehâbîlerin, tevessülü ibâdet şeklinde anlayarak karşı çık­maları da yanlıştır; çünkü ibâdet, Allah’a tarifsiz bir inanç ile boyun eğ­mek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubûdiyyet, yani kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta ashabın Resûlullah’a tevessülü, bizzat O’nun başkaları için Allah’a tevessülü ve vefatlarından sonra da O’nun ve sâlih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet’in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur’ân’ın ruhuna uygun bir davranıştır11. Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddî ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslâm’ın özü ve ruhu demektir, özsüz ve ruh­suz dîn olmayacağına göre, İslâm'da tasavvufun olması fevkalâde tabiîdir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan başka bir gaye­yi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur’ân ve Sünnet’in, nefsânî arzulara göre değil, ilâhî irâdeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslâm’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhâbîlerin, tasavvufun İslâmî olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona bâtıldır. Tasavvufun İslâmî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslâm’ın, yani Kur’ân ve Sün­netin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurla­rı olarak bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur’ân ve Sünnet’in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mü­kemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalâde yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlim­lerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tari­himiz açısından, Anadolu’nun İslâmlaşmasında mutasavvıfların ve tekke­lerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San’at, musikî, edebiyat, ahlâk, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel ör­nekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demek­tir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslâm’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlâk ve nizam hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanla­rın bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve atâletin pençesine düşmüş­tür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın dâim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir. Burada tasavvuf, tekkeler ve velîlerin, Vehhâbîler karşısında savun­malarını yapacak değiliz; çünkü onların, büyük geçmişleri ile buna kesin­likle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın onlarla birlikte bulunmağa candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma” Kehf, 28 emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir. 3. Bid’at İbn Abdilvehhâb, bid’at konusunda tamamen İbn Teymiye’ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre, “Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi bid’at ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahîh hadîslere göre Resûlullah da, Her yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır’ bu­yurmuştur” diyen Muhammed İbn Abdilvehhâb, bu hususta Ahmed b. Hanbel’in şöyle söylediğini nakleder “Hadîsleri Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyân es-Sevrî v. 161/777’nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor “...O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” Nur, 63. Muhammed İbn Abdilvehhâb devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der12. İbn Abdilvdıhâb’ın torunu Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel’den rivayet olunan bu görüşün açıklamasında ayrıca, İbn Abbâs’ı delil göstererek, “Allah’ın sözüne uymayan ve Nebî başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitâb ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid’atler, sa­pıklık alâmetidir. Ayrıca “akâid konusunda kelâmcıların, helâl ve haram konusunda fakîhlerin sözleri delîl olamaz.” İbn Abdilvehhâb’ın en korkunç ve hattâ şîrk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de Zeyd b. el-Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki onlara, bir kısım yazarlarca “Mâbed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir13. Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhâbîlik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den bu konuda şu nakilde bulunur14 “Müslümanların Vehhâbîlere nefretini ge­rektiren bir husus vardır. O da Vehhâbîlerin istilâ ettikleri bir ülkede fikir­lerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke’ye girdiklerinde eserle ilgili birçok kubbeler türbe­ler yıktılar Hz. Hatice’nin türbesi, Peygamberimizin ve Hz. Ebû Bekir’in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin başında gelir. Me­dine’ye girdiklerinde ise, Allah Rasûlü’nün kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar, Müslümanların gazabı­na ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu. İnsanlardan bazısı, tarihî eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslâmî şefkatin sembolü olan Peygamber’in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü. Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.” İbn Abdülvehhâb’ın mezarlarla ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in, “Şu üç mescidden başkası için sevap umarak yolculuğa çıkılmaz Mescid-i Haram, şu be­nim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mâbed yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı ibâdet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirleri­ni mescid ittihaz edenlere, Allah’ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki daha birçok hadîsini delil getirerek, mezarlarda ibâdet edilmesini şirkle aynı seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye’nin görüşleri istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve Resûlü’ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç bid’attir15. Ayrıca Hz. Peygamber’in “Evlerinizi mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salâvat getirin; çünkü salâvatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadîsine göre, sevab umarak Hz. Peygamber’in kabrini daha ziyaret edip orada ibâdette bulunmak yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da vesîle olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapılmışlardır. Mezarlar üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhâda vesîle olan en kötü fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid’attir. Peygamber’in hâtırasını ta'zîz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayı­sıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber’e ibâ­det mahiyetindedir. Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirilir; ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemek, “Seyyidunâ ve Mevlâna” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecele­rinde, ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve dua etmek de bid’attir. Vehhâbîler, bid’attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmiş­ler, yasaklamışlardır. Meselâ mevlîd toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlîd okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhâbîlerin yasakladıkları şeyler arasındadır16. Nazar değmemesi için nazar boncuğa taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belanın, hastalığın yok ol­ması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, sâlih kişi­lere, evliyaya saygı gösterip Allah’tan başkasından niyaz, dua ve yardım dilemek bid’attir, şirktir. Vehhâbîlere göre, Allah’a şirk koşmanın gizli ve manevî olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk etmek bu nevîdendir; çünkü bu işler, Allah’tan başkasına gösteriş için yapılmaktadır. Bir kimsenin sâlih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da şirktir. Dehre, havaya, rüzgâ­ra sövmek şirktir. Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış mürted hük­mü verilir.17” Namazın cemaatle kılınması mecburîdir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat'ten hariç Şiîlere teşbih olunması, şiddetle kötülenme­si ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zîr cezasının verilmesi, Vehhâbîlerin davranışları arasındadır. Tütün ve kahve içmek İbn Abdüvehhâb’a göre çirkin ve kötü şey­lerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, çirkin koku sebebiyle soğan ve sarım­sağa benzer, üstelik insana da zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk için olduğu gibi kırk değ­nek vurulur. Ancak Vehhâbîlerin bugün tütün ve nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir. Vehhâbîlere göre, bir başka bid’at de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur’ân'dır. Kütüb-ü Sitte denen altı hadîs kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Şiîlerin, kelâmcıların, mutasavvıfların, ahlâkçıların dayandıkları hadîsler mutlak surette mevzu­dur, delil olamaz. Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur’ân ve Sünnet zahirî anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânâda müteşâbihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre mânâlandırılır. Bu işte aklı ve te'vîli işe karıştırmak bid’attir, küfürdür”. Allah’ın zâtı ve sıfatlan ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm'de geçen âyetler, Vehhâbîlere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre mânâlandırılmalıdır. Ümmet’in selefi, Allah’ın zât ve sıfatlarını bildiren müteşâbihleri te'vîle yanaşmamışlar ve onlar Allah’ın Kendini vasfettiği ve Resulü’nün de O’nu sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tîle yanaşmaksızın kabul etmişlerdir. Te'vîl bid’at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhâb’ın, Allah’ın zâtı ve sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel’i taklîd ettiği aşikârdır. Müteşâbihlerin ve Allah’ın sıfatlarının, zahir mânâlarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah’ı cisimlen­dirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah’ın sonradan olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah’ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih hükümlerin te'vîl edilmesinin, Allah’ı teşbih, tecsîm ve ta'tîlden tenzih için caiz ve hatta zarurî olduğunda birleşmişlerdir18. Görüldüğü gibi, Vehhâbîlerîn şirk olarak gördükleri bid’atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin aslı ile ilgileri bulun­mayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik dünyalarının tabiî bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. Öte yandan Vehhâbîlerin mezar zi­yaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü Resülullah kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashâb ve selef de, İslâm’ın başlangı­cından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde bulunmuş­lardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam hâline getirmek haramdır. An­cak unutulmamalıdır ki, İslâm'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zîmi, şirk olarak değerlendir­meye hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslâm'da, Allah adına yapılan bir iştir ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbiri­ne karıştırmayacak derecede îmân salâbetine sahiptirler. Hâsılı dîne ve imâna, mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur’ân ve Sünnet’in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlı­ğın dini olan İslâm’ı basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir? 4. el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker “İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslâm mezheplerinin benimsediği bir Kur’ân emridir. Ancak bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet, bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için makul olan yolu be­nimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah’ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” Mâide, 99 emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vâcib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır”. Haricîler ve günümüzde yaşayan kolu İbâdiyye ise, bu görüşü, İs­lâm’a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhâbîlere tam bir örnek olmuşlardır. Öyle ki, Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi Bid’at saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in, “Siz, insan­lar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” Al-i İmrân, 110 âyetine göre zarurî olduğuna inan­dıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullan­maktan çekinmemişlerdir19. Nitekim Suûd'un daha önce sözünü ettiğimiz, Medine’yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslâm’ın nîmetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların derslerine devam ve her ne mev’iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise, mucib ve muktezâları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'rûf’ anlayışının izleri görülebilir. "İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid’ati içine alır şeklinde tatbiki, Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu hususta Kâtib Çelebi şunları söyler “Bid’atler, halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at, bir hal­kın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp âdet edindiği işi, eğer ister sünnet, eğer ister bid’attir, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikâdda olan bid’atler için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid’atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid’atten döndüremediler.” "İmdi, halk âdetini bırakmaz, her ne ise, Allah’ın istediğine göre sü­rülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslamların düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lâzımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid’atten uzaklaş­tırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah’ın elçisi üzerine düşen ancak bildirmektir Mâide, 99. Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yol­da derinleşmek ve incelemek faydalı değildir. Zira, Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzak­laşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid’attan sıyrılmış değildir.” "İmdi, ümmetin şefaatçisi -Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun- olan Hazret'ten Muhammed Mustafa niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid’at suçlarının çokluğuna bakmayıp Allah’a îmân etmiş ve O’nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete tam tamına riâyet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve mekânın başkalığından lâzım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak kaide­sine dayanır.20” 5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri Vehhâbîlik, doğuşundan bugüne kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun “modernist” bir hareket olduğunu “İslâm reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhâbîliğin Hanbelilik ile Hâricîlik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhâbîlik, Zâhiriyye, yani âyetleri mecazî anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır. Ancak Vehhâbîlik, ne şekilde görülürse görülsün, aşikâr olan cihet şudur Vehhâbîler, diğer bütün İslâm mezhepleri gibi Kur’ân ve Hadîsi temel kaynaklar olarak görmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme husu­sunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn Abdilvehhâb ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Ancak bu hu­susta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam bir bağlılık söz konusu değildir. Çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil ola­maz. Kesin delil, ancak Kur’ân ve Hadîsin, te'vîlden uzak zahirî hükümle­ridir. Bu bakımdan Allah ve Resûlü’nden başka, haramı haram, helâli helâl kılacak yoktur; çünkü Kur’ân ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve te'vîle yer yoktur. Kur’ân ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur’ân’ın zahirinden çıkardır. Kur’ân-ı Kerîm kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadîsler de delil olur. Müteşâbih âyetler de delildir; ancak bun­lar te'vîl edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları te'vîl ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih mânâları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın Resulü bildirirdi”. Kur’ân-ı Kerîm ve hadîsleri, Allah’ın sıfatlarını ve müteşâbihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir şekilde insanı teşbih ve tecsîme götüre­cektir. Bunun içindir ki, Vehhâbîler ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır. İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır. Vehhâbîler ictihâd kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp ictihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat ken­dileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır. Öte yandan Vehhâbîler, amelî yönden olduğu gibi, îmân noktasın­dan da zahire bağlı kalmışlardır. Onlara göre îmân, daha önce de söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik, amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse, Vehhâbîlere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların cumhurunun görüş­lerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricîlerin anlayışını benimsemek demektir. Kısaca Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet'e dönüş gibi, gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vası­tası kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihâd kapısını, daha da sıkı bir şe­kilde kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısır­laştırmak demektir. Sonuç olarak şunları beyan etmekte yarar bulunmaktadır Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır. Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. Ümit edilir ki, bu yanlışlar tekerrür etmez. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir. Dipnotlar * Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’ya ait olan “Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. Önemli bir kısım dipnotları verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir2004, Dipnotlar 1 Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 115. 2 Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 43. 3 Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 4-5. 4 Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 27-29. 5 Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkbi Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir Şener Ankara 1968, 3/221. 6 Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 20-21. 7 Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 13-17. 8 Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 167. 9 Vehhâbîler böyle söylemelerine rağmen, kendileri tam zıddı bir davranışı sergilemişlerdir. Nitekim "İbn Vehhâb, bir kimse Peygamber'e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu “Erkân-i İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri ona “İslâm'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti. Bkz. Yusuf Ziya Yörukan, "Vehhâbilik", İFD., 1953-1/61-63. 10 Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 168-172. 11 Örnekler için bkz. Abdülkerim Polat, Teymiyyecilik-Vehhâbilik, İstanbul 1977, 56 vd., 109 vd.. 12 Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 385-387. 13 Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282. 14 Ahmet Emin, Zu’amâu’l-Islâh fî Asrı’l-Hadîs, Beyrut ts., s. 19-20; A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 81. 15 Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, 299 vd.. 16 A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 88. 17 Ahmed b. Nâsır en-Necdî, el-Fevâkihu’l-Azâb fi’r-Reddi alâ men lem Yahkum bi’s-Sünneti ve’l-Kitâb el-Hediyyetu’s-Sunniyye içinde, s. 66’dan naklen A. Vehbi Ecer, s. 86. 18 Örnekleri için bkz. Sayın Dalkıran, Aklın Büyük Yanılgısı Tanrılaştırma, İstanbul 1995. 19 Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282. 20 Katip Çelebi, Mizanu’l-Hak, 65-67 IŞİD'in tarihi nereye kime dayanıyor? Haziran ayında Musul'un kontrolünü ele geçirip, daha sonra Irak ve Suriye'de terör estiren IŞİD örgütünün tarihi nereye dayanıyor? TİKA Koordinatörü Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Irak ve Suriye'de terör estiren IŞİD örgütünün tarihi genlerini yazdı. Örgütün kökünün nereye dayandığı sorusuna açıklık getiren Kızıltoprak, IŞİD hakkında çarpıcı bilgiler verdi. İşte Süleyman Kızıltoprak'ın IŞİD'le ilgili yazısı Amerikan tarihine kara bir leke olarak kaydedilecek en kötü karar 2003 Irak işgali ile gerçekleşti. Devrin ABD Başkanı Bush ve yönetimi bugüne kadar hayatını kaybeden milyonlarca insandan sorumlu tutulacağı bir işgal süreci başlattı. SYKES-PİCOT'UN MEMENTUMUNU DAĞITTI Irak’ta esip gürleyen IŞİD, ABD işgalinden kaynaklanan anarşik ortamdan beslenerek ortaya çıktı. Irak ve Suriye'nin bozuk olan istikrarına daha büyük bir darbe indirmekle kalmadı, tüm bölgenin 9 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ile Fransa arasında gizli olarak imzalan Sykes-Picot Anlaşması ile kurulan momentumunu da adeta dağıttı. Bölgede siyasal bütünlüğü hedefleyen IŞİD; aslında Arab Yarımadası’ndaki parçalı yapının mevcut varlığı için ciddi bir tehdit oluşturuyor. ABD'NİN 'DEMOKRASİ' BAHANESİYLE İŞGALİ Amerika’nın Irak’ta başlattığı 2003 yılındaki harekat ile ülkeyi terk ettiği 2011 yılına kadar olan süreç içerisinde dağılan Irak ordusunun bakiyeleri Bağdat ve Basra gibi kentlerde başıbozuk halde bölgede varlığını sürdürüyordu. Bu savaş bakiyesi askerler IŞİD’in örgütlenmesine dahil oldular. İşte hergün yüzlerce ve binlerce insanın hunharca öldürüldüğü Irak’taki durum ABD’nin demokrasi getirmek için başlattığı işgalden sonra ortaya çıktı. IŞİD NASIL PEYDAH OLDU? IŞİD, ABD'li gazetecileri katledinceye kadar ciddiye alınmamıştı. İyi silahlanmış, güçlü finans kaynaklarına sahip ve sosyal medyayı başarıyla kullananan bir örgütün aniden yükselişi Ortadoğu’daki bozuk dengeyi çok şiddetli sarstı. IŞİD VE VEHHABİLİK IŞİD’in lideri Ebu Ömer el-Bağdadî , 2006 yılında, müstakbel devletin temel ilkesini tevhid’ ile formüle etmişti. Bu lisan tam olarak Vehhâbîlik’in kurucusu Muhammed b. AbdülVehhâb’ın ideolojik formülasyonunu çağrıştırıyordu. GENÇLERE NASIL CAZİP GELİYOR? ABD’nin Irak’ı işgali sırasındaki akıl almaz işgal politikası ve tutukladıkları kişilere uyguladığı işkence metodları, Şiileri kayırması ve Sünnileri Saddamcı olarak gören genel yaklaşımı IŞİD’i doğuran sebepler oldu. İdeolojik açıdan Vehhâbîlik ve Selefilikten beslenen Sünni nefreti, kısa sürede endoktrinizasyon sürecine girdi. Gerçek iman ile inkar seçeneği arasında kalan gençler kolayca örgüte dahil oldu. Karşılarındaki kolayca inkar/tekfir ile suçladılar. IŞİD'İ KABUL ETMEYENLERE ÖLÜM İnsanlar tıpkı 200-250 sene önce olduğu gibi, bir seçimle karşılaştı ya IŞİD’in felsefesini kabul ya da ölüm. Tekfir edilenler öldürüldü, eşleri ve çocukları cihad ganimeti olarak alındı. 18. yüzyılın 2. yarısından itibaren, yıkıcı bir şekilde harekete geçen bu ideoloji her zaman içinde kendi kendini imha geni taşımıştır. IŞİD de bu gene sahip bir örgüttür. Sultan II. Mahmud, Paşa’nın Vehhâbî hareketini bastırmakla devlete çok büyük bir hizmette bulunduğunu belirttikten sonra, adanın cizye gelirleri dıındaki yükümlülüklerine dair tüm ödemelerin hazine tarafından karşılanmasını emretmiştir. Bu sırada, bazı devlet adamlarının itirazına karşılık Padişah II. Mahmud, Paşa için “Bunun bin misli hediyeyi haketti” ifadesini kullanarak şöyle demiştir “Bu adamın din ve devletime hizmeti, malen ve bedenen gayret ve çalışkanlığı birkaç Taşöz versek bile yine yeterli değildir. Hicaz’daki Vehhâbî sorununun çözülmesi için harcanan akçe buna bin kere bedel olabilir... Cizyeden baka tüm vergileri afv ediyorum. Bu paşanın yaptığı hizmeti kimse yapmadı. Hepiniz bu emirlere uyun.'' İNGİLTERE VE VEHHABİLİK Vehhâbî sorununundan dolayı harekete geçen İngiltere, Deriyye’nin Osmanlı kuvvetlerine geçmesinden sonra, Basra körfezi ve Kızıldeniz sahillerindeki çıkarlarını koruma kaygısına düştü. 1839’da Aden’i işgal eden ve Umman idaresi ile anlaşan İngiltere yavaş yavaş sahillerden iç kısımlara doğru nufuz arayışına girişti. DEVLET İDEOLOJİSİ OLDU Abdülvahhab tarafından yayılan selefi/püriten ideoloji, Abdülaziz b. Suud 1926’da Hicaz Kralı 1932’de Suudi Arabistan Kralı olarak tanındıktan sonra, devlet çatısı altında yaşama ve yayılma aşamasına geçti. ARAP DÜNYASININ IŞİD TAVRI Bu tarihi prova noktasında Irak ve Suriye'de IŞİD’in yükselişine karşı Suudi liderlik nasıl bir rol oynuyor? Öncelikle, Arap baharı ile başlayan İhvan hareketinin etkisi sınırlandırılmıştır. Selefi felsefenin retoriği ile İhvan hareketi önce Mısır’da sonra da diğer ülkelerde oyun dışına itilmiştir. Suriye, Filistin ve Ürdün’de olası bir İhvan iktidarı da önlenmiştir. IŞİD aslında, Ortadoğu’daki yeni yapılanmaya karşı retçi bir protesto hareketidir. Vehhâbîlik ortaya çıktığı andan itibaren hızlı bir şekilde yayılmıştır. Bu yayılmasının temel sebebi, hareketin kurucusunun selefi ekolden beslenen ama basit ve sade mesajlarıyla, hemen herkesin özellikle çöldeki bedevi yaşam tarzına sahip kişilerin kolayca kavrayacağı ifadeleriyle çağrıda bulunmasıdır. Ancak bunu tamamlayan ikinci temel unsur ise siyasal otorite ile akrabalık bağı kurmasıdır. IŞİD'İN ORTADOĞU'YU KURUTAN STRATEJİSİ Suriye’de Beşar Esed’in zulmü ve iç savaşın başlamasından sonra IŞİD burada da sahneye çıktı. El-Nusra örgütünün komutanlarını hain ilan ederek suikastlar düzenleyip öldürmeye başladığında iki örgütün aynı kaynaktan gelip birbirini imha eden bir karakteri olduğu Şubat’ında, El-Kaide, Suriye’deki IŞİD’i tanımadığını ilan etti ve örgütün Suriye’den çıkmasını zorla da olsa sağlayacağını açıkladı IŞİD'İN AŞISI TUTAR MI? IŞID’in Ortadoğu’yu parçalayan yayılması ve uyguladığı savaş metodları bölgenin insan kaynağını kurutmaktadır. Zaten parçalı olan bölge yapısını daha küçük parçalara bölecek nefret ve kin tohumları yaymaktadır. VEHHABİLİK İLE IŞİD'İN ALAKASI NEDİR? Necidli bir alim olan Muhammed b. AbdülVehhâb’ın ileri sürdüğü fikirler Arabistan ve bölgenin kaderine damgasını vurmuştur. Abdülvehhâb bid at olarak gördüğü kubbe, uzun minare ve türbe gibi yapıları yapan Osmanlı Devleti’nin idarecilerini şirke karışmış olmakla suçlayıp şirk içindeki bu düzeni yıkmak için harekete geçtiğini iddia ediyordu. IŞİD'in inancı da tıpkı onların inancına benziyor. Türbeleri yıktılar. Kendilerinden olmayanları kafir ilan ettiler Müminin çalışması ibadettir. Fakat imansızın çalışması ibadet olmaz. Peki, İslam'a göre çalışma hayatı nasıl olmalı? İslam'a göre işçi ve işveren ilişkisi nasıl olmalıdır? İslam’a göre işçi ve işveren ilişkisi nasıl olmalıdır? Diyanet’in İlmihal-2 “İman ve İbadetler” kitabında yer alan bilgilere göre, İslam'a göre çalışma hayatı hakkında merak edilenleri derledik. Sanayi devrimiyle ortaya çıkan geniş iş alanları ve işçi sınıfı, dünya nüfusundaki artış, tabii kaynaklardan yararlanma, ekonomik gelişim, paylaşımda ülkeler arasında baş gösteren kıyasıya mücadele gibi birçok faktör çağımızda çalışma hayatına, işçi-işveren ilişkilerine ayrı bir önem kazandırmış, bu konuda kaydedilen mesafeler veya olumsuz gelişmeler bireylerin özel hayatlarını da yakından ilgilendirir olmuştur. İslâm hukukunun klasik doktrininin oluştuğu ilk ve orta dönemlerde Doğu ve Batı toplumlarında daha çok bireysel bir borç ilişkisi şeklinde cereyan eden ve sözleşme serbestisinin tabii kuralları içinde yürüyen işçi-işveren ilişkisi, son birkaç yüzyıldaki anılan gelişmeler sonucu farklı bir mahiyet kazanmış, işçilerin güçlü işverenler ve ekonomik zorunluluklar karşısında temel haklarının korunabilmesi için devletin müdahil olmasına ihtiyaç duyulmuştur. İSLAMİYET'DE ÇALIŞMA HAYATI NASIL OLMALIDIR? İş akdinin borçlar hukukunun özel düzenlemesinden kurtarılarak kamu hukukunun bir parçası haline getirilmesi, bu konuda özel kanunların çıkarılması, meslekî örgütlenmelere gidilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Böyle olunca İslâm hukukunun klasik kaynaklarında iş akdiyle, işçi ve işverenin hak ve borçlarıyla ilgili görüş ve yaklaşımlar, çağımızın çalışma hayatının şeklî ve kurumsal yapısıyla tam bir uyum göstermese bile, bu alanda asırların tecrübe birikimini, müslümanın insan ilişkilerine genel yaklaşımını yansıttığından işçi-işveren ilişkisinin temeline, insanî ve ahlâkî yönüne önemli bir açıklama getirir, bu yüzden de ayrı bir değer taşır. Neredeyse bütün insan ilişkilerinin maddî değer ölçüsüne vurulduğu, acımasız ve bencil bir çekişme ortamında bireyin yalnızlığa ve güçlü olanın insafına terkedildiği günümüzde çalışma hayatının böyle bir bakış açısına ve katkıya daha çok ihtiyacı vardır. Öte yandan zamanımızda iş hukuku kamusal mahiyet almış, çalışma hayatında devletin gözetim ve denetimi devreye sokulmuş olmakla birlikte toplumumuzda işçi istihdamı özellikle küçük iş yerlerinde, atölyelerde, tarım işlerinde ikili ilişki şeklinde, yani kapalı devrede yürütülmekte, iş hukukunun işçiyi koruyan hükümleri çoğu defa işçiye ulaşmamaktadır. Bu itibarla insan ilişkilerinin iyileştirilmesinde kanun gücünü ve mahkeme korkusunu yeterli saymak yerine dinin ve ahlâkın ferdin vicdanına ve özel hayatına kadar uzanan etkili denetiminden bu alanda da âzami ölçüde yararlanmak gerekir. İSLAM'A GÖRE İŞÇİ VE İŞVEREN İLİŞKİSİ NASIL OLMALIDIR? Ülkemizde sağlıklı bir işçi-işveren ilişkisinin kurulabilmesi için İslâm fıkıh kültüründeki bilgi birikimine, dinî ve ahlâkî zemine ihtiyaç duyulması da bundandır. Zaten İslâm dininin bir amacı da dünyada insanoğluna yol göstermek ve yardımcı olmaktır. Din iyi anlaşıldığında ve yaşandığında toplumsal huzur ve barışın, kamu düzen ve istikrarının korunması, hak ihlâllerinin önlenmesi daha da kolaylaşır. Kur'an ve Sünnet'te çalışma hayatının ayrıntılarını düzenleyen hükümlerin bulunmaması gayet tabiidir ve bu İslâm'ın evrensel bir din olarak her devirde ve toplumda geçerli olma iddiasının bir gereğidir. Bununla birlikte bu iki kaynakta, insan ilişkilerinin arka planında yer alması gereken dinî va ahlâkî sorumluluktan, üçüncü şahısları ilgilendiren davranışlarda gözetilmesi gereken temel ilkelerden söz edilmiş, İslâm hukukçuları da dönemlerinde cereyan eden olaylara bu ilkeler ışığında açıklama getirmiş, toplumlarının kültür ve tecrübe birikimini de hesaba katarak çalışma hayatıyla ilgili bazı kural, öneri ve önlemlerden söz etmişlerdir. Bu itibarla, fıkıh literatüründe çalışma hayatıyla, işçi-işveren ilişkileriyle ilgili olarak gündeme gelen tartışmaları ve çözüm önerilerini böyle bir perspektiften değerlendirmek, fakihlerin ne dediğinden ziyade ne demek istediği üzerinde durmak daha yerinde olacaktır. İSLAM'DA EMEK SERMAYE İLİŞKİSİ NASIL OLMALIDIR? Günümüzde toplumsal huzur ve barışın önemli bir ayağı sayılan iş barışının, işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, işçi ve işverenin hak ve sorumluluklarının hakkaniyet ve adalet çizgisinde denkleştirilebilmesi toplumun önündeki önemli problemlerden biri haline gelmiştir. Bu yönde yapılacak yasal düzenlemeler ve devletin aktif rolü söz konusu amacın gerçekleşmesinde fevkalâde önemli olduğu gibi müslüman toplumların tecrübe ve bilgi birikiminin tanınması da bu konuda katkı sağlayabilecek zenginliktedir. Bu sebeple önce İslâmî kültürdeki emek-sermaye dengesi, iş akdinin fıkıh kültüründeki hukukî çerçevesi ele alınacak, daha sonra da bu bilgiler ışığında güncel problemlere değinilecektir. 41 Varsa diye değil var olarak yaşar Ümmeti Muhammed. Her gün her daraldığımda her şey üzerime gelecek gibi olduğunda sıkıldığımda umudum kalmadığında mutlu olduğumda her zaman rabbimin kitabını ve mealini okuyorum nedir sorun? Sorun Meteroid ve Astroid'lerin yıldız olarak tanımlanıp şeytanlara atılması, sorun derişim bilinmediği için denizlerin karışmıyor denmesi, sorun dünyanın ortadoğudan ibaret sanılması, sorun dünyanın düz sanılması, sorun çamurun karıştırılıp insan olması... 42 aydos_33 hocam sayesinde dinimde kalmayı başardım belki bana yardım etmeseyedi dinimden çıkmış olacaktım. Biraz konuşun belki yardımcı olur size. Tabii size kalmış 43 Ben de bilmiyorum ki. Yaşıyoruz işte. 44 Açıkçası hayatı zorlaştıran insanlar ve emin olun iş yormaz insanları insanlar zorlaştırıp yoruyor 45 Benim için zevk ve sefadan başka bir amacı yok ama zevk ve sefa içinde yaşamıyorum, geleceğimi bu yönde şekillendirmeyi düşünüyorum; tabii imkanların el verdiği kadarıyla... 46 Rastgele değil hocam. Diğer konularda saygı duyduğum bir insansınız ancak ateizm nedir onu bile bilmiyorsunuz şu anda. Aksine, ateist adam dünyada bir şeyler bırakmak için çok çalışır, dine inanan ise öbür dünyayı bekler. 47 İleride kariyer planlaması yapmak ve eğer Müslümansa rabbine kulluk etmek 49 Hocam, biz sizin dininize saygı duyarız fakat bizim dinimize göre Müslüman olmayanlar maalesef öteki tarafta pek iyi karşılanmayacak. Biz sizin iyiliğiniz için dinimizi yaymaya çalışıyoruz, ayrıca dinimize laf ettiremem, ben Allah'ı mantığımla/aklımla buldum siz de bulursunuz İnşallah. 50 Katılıyorum. Müslüman olunca bir şey kaybetmiyoruz. Diyelim ki dinimiz aslında yalan olsaymış ki sanmam ama ne kaybedeceğiz? Bize bir şey olmaz 31 Hayatın amacı yoktur onu siz koyarsınız. Ateistseniz veya başka türlü inançsızsanız şunu düşünün "öyle veya böyle öleceğim yaşasam ne kaybederimki?" En azından ben böyle düşünüyorum. 32 Amacınızı siz belirlersiniz fakat insanın temelinde her zaman daha iyisini istemek var. Daha iyisini elde etmek için çalışmak gerekiyor ve benim çıkarımım çalışmak için yaşıyoruz. Garip gelebilir, bunu amelelik olarak düşünmeyin. 33 Ateist olarak söylüyorum. Kendi amacını bulmalısın hatta adını hatırlamıyorum ama çok büyük bir düşünürün sözü "hayatın amacı hayatının amacını bulmaktır." diyor. Benim amacım sadece mutlu ve huzurlu bir hayat başka bir şey istemiyorum. 34 Bence bir yaratıcıya inanmadığınız için böyle düşünüyorsunuz. Zaten öleceğiz niye yaşayalım ki boş bu dünya gibi bir düşünce kaplıyordur insanı. Benim müslümanım ve ahiret inancım var. Öldükten sonra tekrar dirilip bu hayattaki yaşantımızda yaptıklarımıza göre bir ödül veya ceza alacağımıza da inandığım için hem bu hayatımı güzel yaşamaya hem de güzel işler yaparak ahirette de cennete girmeye çalışıyorum. İçinizde boşluk bundan kaynaklanıyor bence. En azından sende dinleri araştır belki doğru yolu tabi ki bu benim düşüncem bulabilirsin. Eray Türkay Megapat Katılım 28 Ocak 2020 Mesajlar Makaleler 32 Çözümler 191 35 Bunu sorguluyorum ve hiçbir sonuca çıkmıyor. Dolayısıyla motivasyonum da düşüyor. Yaşamam için hiçbir sebep çıkartamıyorum. Yaşamanın amacı nedir? Şu an yaşınızı bilmiyorum ama ileride mesela baba olursanız, eşiniz için, çocuklarınız için yaşayın. Şu an ne yapabilirim diyorsanız hayal kurun kendinize güvenin. Gün doğmadan neler doğar. Bu arada dinde zorlama yoktur isteyen istediğine tapar inanır yorumlarda kimse arkadaşın dini inancı ile yargılamasın. 36 Hayatın bir amacı olmadığından değil sizin bir amacınızın olmadığından kaynaklanıyor. Müslüman değilseniz bile iyi olan her yerde iyidir. Sen iyi bir iş yaparsın buna ben Salih amel derim sen başka bir şey dersin ama bu yine iyiliktir. İyi şeyler yapmaya çalışın bu da sizin amacınız olsun. 37 Hayatınızın amacını insan kendi belirler. Her ne kadar üremek denilse bile üremek olduğunu da düşünmüyorum. Biz insanlar ile hayvanlar arasında fark var. Şu ana kadar hiç bir hayvanın intihar ettiği görmedim, hiç bir hayvanın ürememeye çalıştığınıda görmedim ama insanların gördüm. Bu yüzden insanın dünyaya sırf bunun için gelmediğini düşünüyorum. Hayatın amacı dinin olabilir, ailen olabilir, paran olabilir, emeğin olabilir hayatın amacı her şey olabilir. İstersen dünyadakilere iyilik yapmaya gelmiş bir insanın amacını taşıyabilirsin istersende kötülük yapmaya çalışan bir insanın amacını. Hayatın amacı insanın kendi amacıdır. 39 Yanlış anlamayın ama insanın amacı her hayvan her canlı için tektir. O da üremek bilimsel adıyla. Tövbe tövbe diyeceksiniz ancak yaşamın bizden istediği de bu. Senin asgari ücretle örnektir çalışman kimsenin umurunda değil. Senin mutlu olman da aynı şekilde. Senin çocukların olacak yaşam da böyle devam edecek. Yaşam devam edecek , birileri ölecek. Yaşam devam edecek bombalar , silahlar yapılacak. execmsa Centipat Katılım 2 Mayıs 2020 Mesajlar 96 40 Dna'nı gelecek nesillere aktarıp, yavrularını üreyebilecek yaşa kadar büyütüp ölmek

dinimize göre hayatın amacı nedir